Murat Ülker yazdı: Yapay zeka insan zekasının yerini alacak mı?
Kişisel sitesinde yayımladığı yazılarıyla dikkat çeken Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, ‘Yapay zeka insan zekasının yerini alacak mı?’ başlıklı yeni yazısını paylaştı.
Yeni Bilim Bağlantısallık, Yeni Kültür Yaşamdaşlık, adlı kitap altıncı baskısını yapmış. Dikkatimi çekti, baktım “elele tutuşalım, hadi birbirimize enerji verelim” türünden bir kişisel gelişim kitabı değilmiş. Yazar beyin cerrahı profesör Türker Kılıç, 2015 yılında Avrupa Bilim ve Sanat Akademisine seçilmiş, halen Bahçeşehir Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı.
Kitap iki bölümden oluşuyor: Birinci bölümde bağlantısal bütünsellik konu ediliyor; ikinci bölümde konu hakkında yayınlanmış yazı ve söyleşiler yer alıyor. Türker Kılıç’ın, yaşam en yetkin ve esas öğretmendir; diyerek sorduğu ilk soru: Beyin Nedir ve Nasıl Düşünüyor? Ve sonra, Beyin Nasıl Zihin Üretiyor? sorusuna dönüşmüş.
İnsanı temel alan bir bakış açısıyla, en yetkin bilgi işleme sisteminin insan beyni olduğu düşünülürken, en yetkin ve en yüce bilgi kaynağının yaşam olduğu anlaşılmış. Yaşamdaşlık deniyormuş buna, hani düşünüyorum kendi yaşamımı; aklıma düşen ilhamları, fikirleri veya küresel kamuoyunda gelişen gündemleri de inanasım geliyor.
Kitap yeni bir yaşama biçimi olarak keşfedilen yaşamdaşlık konusunda bilimsel sürecin nasıl geliştiğini anlatıyor. Ve de şu önemli soruya cevap arıyor: Yapay Zeka insan zekasının yerini alacak mı?
Yaşamda enformasyonun önemini ki ben buna veri dedim, vurguluyor. Acaba yaşam boyu tüm zihinsel öğrenmeler, veri değerlendirmelerinde etkin olan bir üst zihin veya ilhamlar mı? Zihinlerimiz arasında veri, veriye ulaşma yolu ve öğrenme usulleri istemsiz ve bilinçsiz bile olsa paylaşılıyor mu? Kim bilir…
Yazar bütünlüğü; zihin tarafından algılanabilen, anlaşılabilen, bilinen, bütünselliği ise; hipotez edilebilen, sezilen, henüz bilinmemiş ancak öğrenilmeye çalışılan, parçaları bilindiği için “varlığı olması gereken” olarak tanımlıyor.
Kılıç’a göre araştırmacılar beynin gerçekliği nasıl zihin denen yapıyı oluşturacak şekilde modellediğini anlamaya çalışırken sürpriz şekilde keşfedilen bir bilimsel yöntem değişikliği olmuş.
Bağlantısal bütünsellik neden önemli?
10 yıl öncesine kadar beyin esasen bedenin fizyolojik dengesini sağlayan organ olarak tanımlanırken, 2012 yılından beri, özellikle de son 5 yılda ortaya çıkan çalışmalar sonrasında zihin yaratan bir organ olarak tanımlanıyor.
“Beynin nasıl düşünce ürettiğini ve yaşantılarımızın nasıl bir gerçeklik modellemesi oluşturduğunu anlamak için 7-8 yıl önce yola çıkıldığında özellikle dört alandaki gelişmeler ve teknolojik güç beyin bilimcilere cesaret veriyordu, çünkü beynin nasıl zihin oluşturabildiği sorusunun aslında gerçekten de zor bir soru olduğuna ve bu bilim yolculuğunun insanlığı yeni bir yaşam kültürüne ulaştırabileceğine dair sezgisel bir beklenti vardı.” diyor Türker Kılıç
Henry Markram ve arkadaşlarının 2015 yılında yayınladıkları “Reconstruction and Simulation of Neocortical Microcircuitry” isimli makale, insan beyninin “yaşam” adlı ilişki/enformasyon işleme bütünlüğünün modellemesini nasıl yaptığını, gerçekliğin zihin modellemesini nasıl oluşturduğunu anlamakta bilimin ne kadar yetersiz olduğunu gösteriyor. Bu çalışmada matematik modelleme 31.000 nöronluk ağda yapıldı. Geri kalan yaklaşık 100 milyar nöronluk ağı anlamak içinse elimizdeki teknoloji yetersiz ve tabii bu eksiklik her bir nöronun 10 ila 15 bin başka nöronla oluşturduğu 100 trilyon bağlantısallığın yarattığı bilgi akış şemasını açıklamaktaki yetersizliğimizdi. Alimler nöron ağlarının karmaşıklığını her bir nöronun aynı anda tek değil, 5 ila 10 karar sürecine katkı sağlıyor olması ve aynı zamanda 0-1 şeklinde bir karar sürecinden ziyade, zamana bağımlı da değişiklik gösterebilen özelliklere göre de değişken olması olarak açıklıyorlar. Ne mükemmel bir işlemci değil mi! Yani, bilgisayar teknolojilerinin insan beynini nasıl ve ne zaman simüle edebilecek gelişmişlik seviyesine geleceğini kestirmek oldukça zor görünüyor.
Beyin; genler, proteinler, hücreler, sinapslar ve ağlardan oluşan: her biri diğerinin üzerinde, kodlama sistemlerinin iç içe girdiği kocaman bir ağ ve başlı başına bir “bağlantısal- bütünsellik”tir diyor Kılıç.
İnsan algı ve davranışları, duyguları ve düşünceleri elektrokimyasal zincirleme tepkimelerin bu ağlardan birer ırmak gibi akmasıyla oluşur. Bu alanda elbette çalışmalar hızla devam ediyor.
Beyindeki bilgi ırmaklarının, kişinin varoluş özellikleriyle ilişkisinin açıklanması bazı psikiyatrik hastalıklara yeni anlayışlar getirmeye başlamış bile.
Bu bütünselliğin herhangi bir alt paradigmasının gözardı edilebileceğine dair bir bilimsel kanıt bulunamadığından, beynin bu becerilerine yaklaşmanın tek yolu: hepsini modellemek ya da taklit etmektir. Zaten beynimiz de benzer bir şekilde öğrendiklerini kısa yollar halinde hıfzederek tekraren kullanıyor. Bizim için hayali imkânsız olan bu hedefe ne zaman ulaşabileceğimiz, matematikle birlikte bu bilgi ağlarını yeterli şekilde anlama yeteneğimize bağlıdır.
Markram, tüm beyni bir nöronal noktalar ağına indirgeyebileceğimizi ve yaşadığımız yüzyılın sonunda cep telefonlarında insan beyninin düşük çözünürlüklü dijital kopyalarını bulundurabileceğimizi düşünüyor. Ama bu prensipte bilim insanlarına göre mümkün olsa da toplumun karar vericileri ile işbirliği sağlanamamış.
Yapay zeka, basitten daha karmaşığa gidebilecek, anlaşılır bir modelleme yapabilme cesaretini veren bir araç olmuştur.
İnsan Konnectom Projesi (Human Connectome Project) beyindeki bağlantısallığın haritasını çıkararak, beyindeki fonksiyonları ve davranışları anlamayı hedefleyen, uluslararası bir projedir.
Büyük veriyi işleyebiliyor olmak beynin anlaşılması için uzun süredir öngörülen bir husustu. Ancak yazar diyor ki, büyük veri “bilgi” değildi, verinin bilgi olabilmesi için bağlantılandırılabilmesi gerekiyordu. Bağlantısallık da sistemler ne kadar karmaşık ise o kadar zorluk ortaya çıkarıyordu. Esas olan, sonsuz miktarda bilgiyi toparlayabilmek değil, bu veriyi anlamlandırmak ve bağlantı modellemeleri olan kodlama sistemleri ve bu sistemlerin parça ve bütün ilişkilerini bir matematiğe dönüştürebilmektir.
Sonuçta, “Beyin nasıl zihin üretiyor?” sorusuna bu dört önemli güç ile yanıt aramak bilim insanlarının kesin cevaplar bulmalarına değil, yeni sorular üretmelerine yol açmış. Ancak nihayetinde insanın nasıl düşündüğüne dair ilk kez tümdengelim dışında bir yöntemle yanıt aranıyor. Beynin bağlantısal bütünlüğünü anlamak için bütün bu teknolojiler dışında, esasen yeni bir matematik Bayesian Matematik kullanılıyor (2).
Yazar şöyle diyor: Kültürü oluşturan tüm ögeler, sanatın ve bilimin dalları, ekonomi, hukuk, eğitim insana ait tüm değerleri biriktirirler. Bilim, doğru cevapları buldukça gelişir, doğru soruları sordukça ise yeni düşünce, zihin, kültür katmanları oluşturur. Bilimde doğru cevap çok kıymetlidir, ancak doğru soruyu sorabilmek daha da kıymetlidir.
Örneğin, gen sayısının da canlı türünün karmaşıklığını ve gelişmişliğini belirleyebileceğine dair bilimdeki yargı, insan genom projesinin ilk yıllarında “madem insan en zeki, en karmaşık ve en gelişmiş canlı, o halde gen sayısı olabildiğince fazla olmalıdır” düşüncesini doğurmuş. Bugün bilim, insan genomunun 20.000 civarında gene sahip olduğunu gösteriyor, halbuki muz gibi bir meyvede ise bu gen sayısı 36.000!
Bağlantısallık bağlamında “eşref-i mahlûkat” denilen insan, genlerinin çokluğu nedeniyle en gelişmiş, en zeki canlı değildir, genlerinin birbirleriyle kurduğu müthiş bağlantısallık nedeniyle karmaşık bir zenginliğe sahiptir (3), diyerek konuyu açıklamış yazar. Bu anlayış da epigenetik denilen yeni bir bilim anlayışı olarak yerini almış.
Hocamız kitapta insanın günlük hayatına etki edecek önemde olan yeni anlayışı şu şekilde tarif ediyor: Bağlantısal bütünsellik anlamaya çalıştığımız herhangi “şeyi” parçalara ayırarak, yapıtaşları üzerinde deneyler yaparak değil yani tümden gelerek ya da tümevararak değil fakat parçaların birbiriyle ve bütün ile olan ilişkilerini açıklamayı esas alıyor. Varlığın, varoluşunu ve istikrarını sağlayan unsurlar onun parçaları değil, bütününü oluşturan ilişkiler ağıdır. Bu iç içe geçen parçalarla bütünün ilişkilerinin bir arada oluşları en geniş şekilde “yaşam ağını” oluşturuyor.
Bugün uygarlığımızı oluşturan Descartes-Bacon-Newton biliminde fiziki evrenin yapıtaşı atom, beden dediğimiz biyolojik evrenin yapıtaşı hücre, toplumun yapıtaşı insan, dilin yapıtaşı ise sözcüklerdir. Bağlantısal bütünlük yönteminin ise tüm bütün ve parça ilişkilerinin temelinde bilgi vardır. Konu zihin olduğunda, onun varoluşunu açıklamak için nöronlar değil, nöronların arasındaki bağlantısallığı yani bilgi alışverişini anlamaya ihtiyaç var. İşte bugün Bayesian matematik, herhangi bir varoluş ağının, parçaları arasındaki ilişki ağını anlamak için kullanılıyor.
Bilimi, “insanlığın belirsizlikle verdiği mücadelenin adı“ olarak tanımlıyor Türker Kılıç. İnsan belirsizlikten korkar, anlamak ve geleceği öngörmek ister. Tarihsel açıdan “insanlığın belirsizliğe karşı verdiği mücadelenin ilk zihinsel ürünü, olanı olanla ilişkisiz, dogmatik nitelikte başka bir olgu ile bağlantılamak oldu” diyor hocamız.
Herhangi bir alanda bilim adına ilk sorular alakasız ama bilakis kabullenişlere bağlı dogmalarla başladı. Nörobilim alanı da, önce kafatası ve içindeki beynin karakter oluşumundaki rolünün kafatasının biçimiyle açıklanma gayreti diye ortaya çıktı.
Tümdengelim veya tümevarımın anlayışı uygarlığımızın geçmişinde Rönesans ve Reformasyon gibi dönüm noktalarında etkili olmuştur. İnsanlığın yarattığı en yüksek medeniyet seviyesi, tarih boyunca bilimsel yöntem olarak tümevarım veya tümdengelim yoluyla elde edilmiştir.
Deterministik sistemlerin er geç kaos üreteceğinin fiziki ilkeleri The Systems View of Life kitabında yeniden ele alınan Autopoiesis (kendini yeniden ve kendiliğinden üretmek demek olan özyaratım) olarak tanımlanmıştır.
Bağlantısal bütünsellik, tümdengelim ve tümevarım yöntemlerinin üzerine eklemlenen yeni bir bilimsel yöntem olarak tarif ediliyor. Deneyciliğin yani tümevarımın, tümdengelimi yenilemesi nasıl insanlık tarihini aydınlanma ile sıçrattıysa, bağlantısal bütünselliğin insanlığın var olan bilimsel yöntem tecrübesine eklenmesiyle daha büyük bir uygarlık sıçraması sağlanabilir, diyor yazar.
Hocamız “kendinden-yaratıcı” sözcüğündeki “yaratıcı”yı dini anlamdaki, olmayanı oluşturma, var olmayanı var etme anlamında kullanmadığı belirtiyor ve devam ediyor;
Çağdaş bilimin doğruluk referansı “insan ya da hükmetmeye çalıştığı doğadır”. Bağlantısal bütünsellik biliminde ise gerçeklik referansı yaşamın kendisidir. İnsan ya da doğa, bilimin merkezinde değildir; ilişki kodlamaları ve bağlantılar bilimin esas konusudur. Her şey içinde bulunduğu ağ ile vardır ve onunla oluşur (anlamlanır) ve onu oluşturur (anlamlandırır). Parçanın, bütünün ilgili veri bölümünü daha önceden görülmemiş şekilde yapılandırmasının adıdır, autopoiesis (özyaratım).
Yani “bütün” onu oluşturan “parçaların” toplamından fazladır hatta farklıdır, bu fazlalık ya da farklılık parçaların özyaratımla yeni bir bütünlük oluşturmasıyla, dönüşümle gerçekleşir. Bağlantısal bütünsellik anlayışına göre, en yetkin, geniş ve karmaşık bilgi işleyen ağsal yapı yaşamın kendisidir. Her ne kadar nörobilimciler 5-6 sene önce en yetkin ve karmaşık veri işleme sisteminin beyin olduğu hipoteziyle yola çıkmış olsalar da ulaşılan noktada yaşamın kendisinin olması devrim niteliğinde olmuştur.
Bu anlayış ile bakıldığında yaşam açısından selvi ağacı ile karga; balina ile arıkuşu; insan ile arı arasında kıymet bakımından farklılık yoktur. Her bir tekil organizma, yaşam karşısındaki önemini, oluşturduğu ve yaşam adını verdiğimiz bağlantısallık ağının zenginliği, etkinliği ve karmaşıklığı ile yaratır. Ağ yapılarının zenginliği, oluşturulan etkinin daha sonra ne kadar başka enformasyon ağları oluşturduğuyla ilgilidir. Yani bazen bir bahçe için bir köstebek; işten anlamayan, toprağı havalandırmayan tembel bir bahçıvandan daha değerli bir yaşam yaratandır.
Bilgi işlendiği ve ortaya çıktığı bedenden bağımsız yaşama ait bir üründür. Yani nöronlarımızın yaptığı seçimler sonucunda ortaya çıkan bilgi süreçleri nasıl nöronlara ait değilse beyinlerimizin yaptığı yaşantı seçimlerini üreten veri modellelemeleri de beyinlere değil yaşamın kendisine aittir.
Günümüzde en önemli soru, yapay zekânın insan zekâsına ulaşması ve hatta aşmasının mümkün olup olmadığıdır. Bağlantısal anlayışa göre, beyin sistemi ve çıktısı, yani zihin, bedenin fiziksel, sosyal ve kültürel çevresinin derinliklerinde bulunuyor.
Yazara göre insanlar evrenin gözlemcileri değil, onun ayrılamaz parçalarıdır. Yaşam ağının etkileşimi içinde insan zihnini kendine özgü ve özel yapan bağlantısallığı, yani bilgi işleyebilme gücüdür. Eğer bilgi işleme ve yaratma becerisi içinde bulunduğu bedenden bağımsız ise yapay zekâ sistemleri bu tür bir derinliğe ve modelleme çeşitliliğine ulaşınca gerçekten de insan zekâsına benzeyebilir, hatta onu geçebilirler.
Ancak insan zekâsı ve zihninin ne olduğu daha yeni keşfediliyor. Fiziksel ve kültürel evreni somutlaştıran, yaşam haline getiren beyin ve zihindir. Yani yapay zekalı yaşam formlarının insan zekasını geçmesi zor olacaktır.
Merak, zihindeki bilgi ağlarının isteyerek büyütülmesidir.
Yazara göre merak etmek, soru sormak demektir. Kültürel anlamda merak bulaşıcıdır: yeni tecrübelerle sınırları esneyen ve genişleyen zihin, yeni elektrokimyasal bir bağlantısallık üreten nöronal yapı gibi, asla eski biçimine geri dönmez. Nietzsche; “Bir kez uyandın mı, sonsuza dek uyanık kalacaksın.”, Aristoteles; “İnsan doğası gereği bilmek ister.” demişti. Yaşamın bağlantısallığı ve özyaratım zaten bu yargıyı kabul eder. Meraklı olmak öğrenilen bir yaşama biçimidir. Merak, ırmakta suyun akması değil, akan sudan değirmen ile kullanılır enerji elde edebilme sürecidir. Merak insanoğlunun kültür aracılığıyla, eğitimle, çalışmayla, varoluş gerçekliğine dönüştürebileceği zihin cevheridir.
İngilizcedeki “consciousness” kelimesinden yola çıkarak, kavramsal karşılığı bilinç olan sözcüğün “birlikte bilmek” anlamına geldiğini de belirtmek gerekiyor. Uygarlıklar birlikte bilmekle bilince ulaşırlar. Birlikte bilmek için birlikte merak etmek gerekir.
Yazar bir toplumu bir araya getiren bağlantısallık ögelerinin para, güç, birlikte mücadele, üretim ve tüketimde ortaklık, milliyetçilik bağı, ırk bağı, din bağı vb. olabilecekken, bağlantısal bütünsellik ile oluşacak kültürün bağlantısallık kodlamasının merakta ortaklık, çalışmakta ve yaratıcılıkta ağsal yapılanma, iyilikte ülküdaşlık ve birlikte bilmek olabileceğini düşünüyor:
Türker Kılıç’ın yeni gelişmeler için öngörülerinin doğru olup olmadığını yaşadığımız gelecek gösterecek.
Hezarfen sözcüğünün anlamı bin bilimli demek imiş. Hayatta bir merak konusu söz konusu olduğunda bu merak süreci içinde akış neyi gerektiriyorsa o kadar derine gidebilmektir. Leonardo da Vinci, Hypatia, Goethe, Mustafa Kemal Atatürk, Hedy Lamarr, Benjamin Franklin, İbn-i Sina, İbn-i Rüşt gibi kişileri örnek veriyor hezarfenlere.
Diğer yandan uzmanlık hatta aşırı odaklanma ise çağın gerekliliğidir. Yazara göre en büyük tuzak, uzmanlaşma ile hezarfenliği birbiriyle yarış halindeki iki rakip olarak görmektir. Hezarfen olmak, küresel bir zihin genişlemesi ve yapılanmasıdır. Uzmanlık ile hezarfenlik birbirini geliştiren iki ayrı özelliktir.
On yıllardır bilimde kabul gören bir düşünce: Yaşam içerisinde ne kadar erken zamanda ne kadar çok zihinsel uyaranla karşılaşılırsa zihnin elektrokimyasal ırmakları da o ölçüde zengin, bağlantısallık yapısı o ölçüde gelişmiş olacaktır. Merak farklılıklardan ve çokseslilikten beslenir; ürünleriyle de farklılıkları ve çokseslilikleri besler.
Çocuğun merak gelişiminde aile önemlidir, akrabalık ilişkileri de, ama esası aile, okul, akrabalar bütünlüğü oluşturur. Zihinsel merak ağının oluşması, yaşamın modellenmesi olarak zihnin gelişimi bu bütünsel yapıyı oluşturan kurumlar ile tek tek değil, bunların birbirleriyle etkileşimi sonucu oluşur. Bu nedenle insan zihninden üstün bir yapay zeka zor görünüyor.
Mutlak özgürlük yoktur, ancak yaşamın veri ağının bütünlüğüne ait seçenek çeşitliliği vardır. Bu anlamda insan; zihninin sezebildiği, fark edebildiği, soru sorabildiği yani yaşam bağlantısallığı kadar seçim yapabilir.
1207de doğmuş Mevlana’yı 1632de doğan Spinoza tanır, bilir miydi? Yani yaşamın bağlantısallık yapısını Spinoza kendi zihninde modellerken Rumi’den yararlanmış mıydı? Yazar bu soruya Mevlana ve Spinoza’nın yaşadığı coğrafyayı, evlerini, çevreyi gezip araştırarak ve kütüphanedeki kitaplarını inceleyerek ve kitaplarını ve mektuplarını okuyarak yanıt aramış. Ancak Spinoza’nın yaklaşık 190 kitaptan oluşan kütüphanesinde Rumi ile ilgili bir kitap bulunamamış. Kitap ve mektuplarında da Rumi ile ilgili bir atıfla karşılaşmamış. Yazar: Her şeyin bir bütünlük ve ilişkiler ağı içinde olduğunu kavrayabiliriz, ama bu her şeyi bildiğimiz anlamına gelmez diyen Spinoza’nın, beyin nasıl düşünce üretiyor sorusuyla başlayan ve bir matematik yanıta doğru gittiğimiz bilim yolculuğunda bulunduğumuz yeri sezgisel olarak nasıl fark ettiğini şöyle anlatmış. Büyük ihtimalle Spinoza Rumi’yi biliyordu. Yani her şey içinde bulunduğu bağlantısallıkla anlamlı ve bu zihinsel ağ, zamandan bağımsız bir düşünsel süreçtir. Zihinsel etkileşim ağı zamanı aşan bir düşünce aktarımı ile de yayılır; Spinoza’nın düşünce ağı da Şeyh Bedrettin, Mevlâna, Maimonides, İbn-i Rüşt, İbn-i Farabi’den ve elbette Antik Yunan’ın düşünce modellerinden etkilenmişti. Demek ki bağlantısal bütünsellik kültür ve düşünce ağının coğrafyası, milliyeti, siyaseti, vatanı yoktur. Bağlantısal bütünsellik kültürünün vatanı dünya, hatta daha doğrusu yaşamın kendisidir. Bu nedenle, bağlantısal bütünselliğin yaşama ait olması demek insanın uygarlık merkezinin kendisi olduğunu sanmasının ötesinde, bu uygarlığın sahibinin de kendisi olmadığını kabul etmesidir. Her şey içinde bulunduğu ağ ile anlamlı ve her etkileşim ağı da parçası olduğu bütünlüğü ile var olur.
İnsan öğrenen bir canlıdır ama kolay öğrenen, hele alışkanlık dediğimiz bilgi akış kodlarını kolay değiştiren bir canlı değildir. Ancak yaşam en sabırlı ve etkili öğretmendir. Yaşamdaşlık kültürü, bağlantısal bütünsellik yöntemini mesleğinde uygulayan bilim insanları değil, bu bilimsel yöntemi yaşam üslubu olarak içselleştirmiş; yaşamdaşlığı öncelikle kendisi yaşayan zihin önderleri ve bu kişilerin kurumsallaştıracağı akademiler gerektirir. “Nasıl göreceğinizi öğrenirseniz, her şeyin birbiri ile nasıl bağlantılı olduğunu anlayacaksınız.” demiş Leonardo Da Vinci.
Prof.Dr. Türker Kılıç’ın kitabında gördüğümüz, Tanrı kavramını reddetmediği, modelinin içine dahil ettiği; ancak Spinoza felsefesinin etkisinde olduğu ama bir Yaratıcı fikrinden vazgeçemediği… Tüm Spinoza felsefesi, aşkın güçlere bir nevi tepkidir ama Tanrı düşüncesinden de çok uzaklaşmaz, Tanrı yerine doğayı koyar, eşleştirir diye düşünüyorum. Böyle bir şeye niye gerek duyar, anlamam zordur. Çünkü bizim inancımızda herşeyi yaratan yüce Allah’tır. Doğanın kuralları da Sünnetullahtır. Tüm yazıyı bu kabulle okuyun, göreceksiniz çok şey değişir. Aranacak, araştırılacak şey değişmez ama bulunacaklar çok zenginleşir, çünkü tüm bağlantısallık ve yaşamdaşlık birden anlam kazanır! Aydınlarımızı böylesine ikilemde, arafta bırakan şartları hazırlayan ne yazık ki dinin, dinimizin ne olduğunu bize anlatamayanlar, diyorum.